Visits: 124
Hane-i hakiki kalb-i selimdir;
Evine hoş geldin Ruh-u Revanım.
Girişi var ama, çıkışı yoktur;
İkameti bâki Cennet misali.
Neresidir ev?
Eşik neyi ayırır? Kapının berisinde ne vardır, ötesinde ne?
İnsanlarla mekanlar arasında, son derece karmaşık ama bir o kadar da sıkı ve anlamlı bir bağ var.
Yıllar önce okuduğum, İspanya’daki iç savaş dönemini konu alan bir roman hafızamda taptaze duruyor. Bir bölümünde romanın kahramanı genç, savaş yüzünden küçük yaşta terk etmek zorunda kaldığı kasabasına yıllar sonra geri dönüyor. Uçakların bıraktığı ateş topları evleri yerle bir etmiş, her taraf harabe. Saatlerce yıkıntılar arasında, çocukluğunun masum hatıralarının izlerini süren genç sonunda evlerini buluyor; taş yığınları arasında yarısı yıkılmış duvarda dakikalarca bir şeyler arıyor.
Uzun süre sonra, bulduğunda öğreniyoruz ne aradığını, ya da öğrenir gibi oluyoruz. Tıpkı kasaba gibi iç dünyası da tarumar olan genç, küçücükken her gece annesinin yatağını serdiği köşedeki duvarda, incecik bir çatlağı arıyor. Çünkü, 5-6’lı yaşların uçsuz bucaksız hayal gücüyle, her gece yarı karanlık odasında uykuya dalarken, o çatlağa bakarak binbir türlü hayaller kuruyor, duvardaki o çizgi gönlünden geçen şeylere dönüşürken uykunun o büyülü dünyasına geçiyordu.
Bugünün, her birimizi “yuva”dan yalıtan dünyasında, hangimizin çocukluğumuzdaki “ev”lerimizle ilgili buna benzer bir bağı, anıları ve özlemleri yok ki!
İnsanlar, binlerce yıl kendi elleriyle yaptığı evlerde yaşadı. Kuşkusuz, onlar daha fazla “ev”di. Çünkü yaratılışında kendisine ilahi bir nefesle ruh üflenen insan da kendi yaptığı şeylere ruh üflüyor. “Yuvayı dişi kuş yapar” özdeyişiyle vücut bulan, hanımların evlerinin her yerini elleriyle şekillendirme içgüdüsünün altında da belki bu yatıyor.
Ellerimizle yaptığımız “ev”lerimizden, müteahhit denilen zevatın hazır sunduğu “konut”lara taşınsak da, “ev” ve onun “içeri”yle “dışarı”yı ayıran “eşiği” hapimiz için hala çok özeldir. “Ev” denildiğinde, içinde kimi zaman hüzünlü ama mutlaka sımsıcak nehirler akmayanımız mı var!
Dış dünyamızdan gelip bizi kuşatan kimi katı gerçekler, bir şekilde koparsa da fiziki olarak evlerimizden; iç dünyamızın sonsuzluğunda kopmaz bir bağ her daim duruyor.
Belki de bu yüzden, çocukluğumuzda gördüğümüz kimi kabuslarda, bizi korkutan şeylerden kaçarken hep eve doğru adım atarız. Uyanmadan önce bir türlü bitiremesek de o kısacık yolu, kabuslardan kurtulma umudu eve doğru atılan adımdadır.
Belki de bu yüzden, karanlık sokaklarda gezerken ışığı yanan pencereler çok şey anlatır ruhumuza ve şarkılarımız “evlerin ışıkları bir bir yanarken, ‘ben’deki karanlıklardan” söz eder.
“Ben”deki ve “bencillik”teki o karanlık, çocukluğumuzdan zihnimizde kalan o sımsıcak ev imajını altüst eder bazen. O pencerelerdeki ışık yerinde dursa bile ruhu söner, ev soğur, eşiğin iki tarafında fark kalmaz hatta bazen Çünkü, evi ev yapan gönüllerdir. Çünkü, Yüce Yaratıcı, Hz. Adem’e “bir ev yap” emri verip yeryüznün ilk evi Kabe’yi inşa ettirmezden evvel, Kendisi Adem’in (AS) gönlünü asıl ev olarak inşa etmiştir.
Hakiki ev, kalptir. Ve en acı gurbet, en ağır gurbet, en uzak gurbet, kalpten uzağa düşmektir. Ne yazık ki bugün çoklarımız, kimi zaman dünya hayatının gündelik keşmekeşi yüzünden, kimi zaman yakınımızdaki insanların hoyratlığından, gurbetlere atılıyoruz. Yeryüzünde olduğu gibi, kalplerimizde de nadanların çıkardığı bozgunculuğun bedelini hep masumlar ödüyor.
Hakiki eve, kalbimize dönme zamanı çoktan geldi, geçiyor. Onulmaz zannettiğimiz dertlerimizin şifası da, dış dünyanın yalancı ışıkları parlarken içimizde sönen hakiki ışıkları yeniden yakacak nur da orada. Dünya hayatı için, elbette maddi ve manevi tüm imkanlar önemli. Ancak, içinde yaşadığımız mekanları gerçek ev yapacak olan, bize şatafat vaat eden şeylerden çok kalplerimizdir. Ve kalp sadece mekanları değil, birbirini de inşa edicidir. Kalp kalbe mayadır. Evrene sığmayacak güzelliklerin birbirine mayalandığı yerdir.
Hasar ne kadar büyük olursa olsun, acı ne kadar derin olursa olsun, gurbet ne kadar uzak olursa olsun; “kalp evi”ne dönmekten öte yol yoktur. Çocukluğumuzun saf hayallerinin uçuştuğu, ana kucağının sıcaklığını içimize çektiğimiz, duvarları güzel duygularımızın izlerini taşıyan, kabuslarımızda adımlarımızı ışığına doğru atmaya çalıştığımız asıl yer orasıdır. Taşıdığımız umutların, kurduğumuz hayallerin, yattığımız düşlerin çehresi, adımları hep oraya dönüktür. Çok üzülen ya da bunalan birinin “eve gitmek istiyorum, eve götürün beni” dediği yer, dört duvar bir tavan değil, sevginin mayalandığı kalptir.
Belki bazen tıpkı bizi bunaltan çocukluk rüyalarımızdaki gibi o bir adımlık yol bir türlü bitmek bilmez. Belki, fısıltının bile duyulacağı mesafelerden avaz avaz bağırırız da duyulmaz bazen. Dışımızdan ya da içimizden bulutlar karanlık olur çöker de, sanki hiç gitmeyecek sanırız. Ama, halimiz ne olursa olsun, karanlık sokağın sonunda penceresi ışıl ışıl parlayan, kapısı sevgi anahtarı ile açılan, eşiği ihlas ile geçilen mucizevî bir eve dönüştürebiliriz kalplerimizi. Hem kendimize, hem birbirimize.
İç dünyamızı ve zihnimizi gölgeleyen karanlıkları, sebep olan bozguncularıyla birlikte, o karanlık sokaklarda bırakıp, ruh üfleyebiliriz ışığa.
Aşkın nurunda yıkayarak kalpleri…
SELAHATTİN SERÇE