Visits: 3
Yaşamın bu derin düzensizliği, beni adeta mahvetmişti. Artık eski samimiyet ve cana yakınlık yoktu. Herkes kendi dünyasında bir köşeye çekilmiş, hayatlarına zoraki devam ediyorlardı. Ben de onlardan biriydim, sadece varlığımı sürdürüyor, ruhum ise neredeyse ölmüş gibi hissediyordum.
Akşamüstü işimden çıkmıştım. Çalıştığım yerin sokağı genellikle tıknaz ve bağnaz insanlarla doluydu. Hepsi birbirinden uzak, sıcakkanlılıktan yoksun gibiydi. Tüm bu koşuşturma ve yorgunluk arasında, birisinin gelip de “Gel, bir çay içelim, sohbet edelim dostum” demediğini fark ettim. Belki de sadece bu kadarına ihtiyacım vardı.
Dükkânın kapısını yavaşça aralayıp dışarı çıktım. Artık dünya siyah beyazdı. İnsanlar ne tamamen siyahtı ne de tamamen beyaz.
Çalıştığım dükkânın bulunduğu sokakta, küçük ve huzurlu bir park vardı. Ancak kimse oraya gitmezdi. Bir zamanlar, serseriler tarafından salıncakları ve diğer ekipmanları tahrip edilmişti. En acı olanı, o parkta çocukların hayallerinin de paramparça edilmiş olmasıydı. Belki bir çocuk, annesi veya babasıyla güzel vakit geçirmek için oraya gitmek isteyecekti ama serseriler bunu imkansız hale getirmişti.
Parka doğru yürümeye başladım. Siyah beyaz tonlardaki çevre beni içine hapsetmiş gibiydi ve sokak, bir harabe olmasa bile öyle hissettiriyordu. Adımlarım aşınmış, kaldırımın sesleri kulaklarımda yankılanıyordu ve sinir bozucu bir senfoniye dönüşüyordu. Bugün etrafta sıra dışı bir sessizlik vardı. Normalde, hemen köşede bir dilenci olurdu. Dişleri dökülmüş, sakallarına yapraklar yapışmış, gözlerini açamayacak kadar yaşlanmış, çöp kokan bir dilenci. Ama o, tüm bu zorluklara rağmen iyi bir adamdı. İyi kalpli bir insandı. İş çıkışlarında birlikte soğuk kaldırıma oturur ve saatlerce sohbet ederdik. Bazı zamanlar da felsefî konuları tartışırdık. Okuyamamış olmasına rağmen, zihnindeki bilgi birikimi beni şaşırtırdı. Bu şehrin yöneticileri ona bakmayı reddetse de onun yokluğu gerçeği değiştirmeyecekti.
Zihnimde dolup taşan bu anılar, içimde hüzünlü bir gülümsemeye sebep oldu. “Ah, keşke burada olsaydın da birlikte gülebilseydik !” dedim kendi kendime. Düşüncelerimle birlikte, ağır adımlarla yürümeye devam ettim. Sol tarafta, kapanmış bir dükkân gördüm. Eskiden, bir kundura işletmesiydi ve sahibi tombik bir kadındı. Onu iyi tanırdım. Şefkatli ve içten bir insandı. Yüzündeki dolgun yanaklar, insanlara neşe saçardı. İş çıkışlarında, onun yanına giderdim. Bana her zaman bir fincan kahve ve yanında tatlı şekerlemeler getirirdi. Oturur, saatlerce sohbet ederdik.
O, bu şehirde doğmamıştı, bir göçmendi. Savaşın patlak verdiği yerden buraya gelmek zorunda kalmıştı. Hayat, ona sadece acı yüzünü göstermişti. Ailesinden tek kalan kişiydi ve buraya ailesinden kalan parayla küçük bir işletme açmıştı. Dükkân bir süre müşteri almaya devam etti ama sonunda iflas etti ve mühürlendi. Şu anda o kadının nerede olduğunu ve ne yaptığını bilmiyorum. Keşke onu bir kez daha görebilseydim.
Sokakta her adım attığımda, anılar peşimi bırakmıyordu. Hem mutlu hem de hüzünlü anılar… Düşünceler eşliğinde parka varabildim en sonunda. Sessizlik hüküm sürüyordu, her zamanki gibi fakat bu akşam birkaç misafir de ağırlıyordu parkı. Bir grup insan, parkın en ücra noktasında toplanmış, içki içiyorlardı. Polisin gelip görürse ceza yazacağını biliyorlardı ama bu riski alıp saklanmaları biraz tuhaftı zannımca.
Kendime oturacak bir yer bulmalıydım. Yaslanma yeri kırılmış bir banka geçip bedenimi bir tahta parçasına emanet ettim. Paltomun sağ cebine sıkıştırdığım tütünü çıkartarak kibrit yardımıyla tutuşturdum ve ardından hayatın ne kadar çekilmez olduğunu düşünmeye başladım.
Sigaramdan her çektiğim nefesle ömrümden giden zamanları düşünüyordum ve bunu bile isteye yapıyordum. Ne kadar da enteresan değil mi ? İnsanoğlunun kendi kendine ömründen yemesi. Hayat ilginç şeylerle dolu, insanlar ise en garip varlıklardı.
Sigaramdan üflediğim dumanla sadece kendimi değil, doğayı da katlediyordum. Oysaki iyi bir insan değil miydim ? İnsanlar iyi bir insan olduğumu söylerdi ama iyi değildim. Hiçbir zaman iyi bir insan olmayacaktım, kusurlarım her zaman olacaktı. Bir göksel varlık değilsem… Yaptığım bu öldürücü aktiviteyle zamanımı boşa harcarken, bir anda önümde bir kuş belirdi. Bir güvercindi. Gelip tam oturduğum yerin zeminine konarak bana bakmaya başladı. Bu saatte genelde güvercin olmazdı, olağandışı bir durumdu. Fakat düşünerek zihnimi yıpratmayacaktım, ne gereği vardı ? Değersiz bir yaşamım olduğu sürece…
Ardından bir yaşlı adam parka giriş yaptı. Muhtemelen 65 yaşlarında olmalıydı. Sağ elinde bastonu, kambur bir biçimde yürüyordu. Yüzünü karanlıktan dolayı net göremiyordum ama yine de sokak lambalarının loş ışıkları sayesinde dış görünüşünü az çok fark edebiliyordum. Yaşlı adam, ağır adımlarla buraya yönelmeye başladı. O sırada güvercin, hâlâ karşımda duruyor, pürdikkat beni seyrediyordu.
Çok geçmeden yaşlı adam yanıma varmıştı ve hafif bir ıslık çalarak güvercin, yaşlı adamın omzuna kondu. Yaşlı adam bir süre güvercinle konuştuktan sonra yanıma oturmak için izin istedi. Ona müsaade ederek harap olmuş bir bankta birlikte oturmaya başladık. Yaşlı adamın kör olduğunu fark ettim ama güvercinin sayesinde yolunu bulmuştu. Onu merak etmeye başlamıştım. Ardından yaşlı adam bana dönerek:
“Burası bu saatte tehlikeli genç adam, burada ne yapıyorsun ?” dedi. Sesi epey huzurlu çıkıyordu ve bir an için geçmiş yıllarımda buldum kendimi.
“Ben Roger. Bana bu şekilde seslenebilirsin genç adam. Tanıştığımıza memnun oldum” diye ekledi.
“Ben de memnun oldum Bay Roger. İsmimi soracak olursanız benim bir ismim yok. Sıradan bir ruhum ve değersiz bir hayatın yapboz parçasıyım” dedim. Sesim tok ve samimiyetsiz çıkmıştı. Kendime kızıyordum.
“Demek öyle genç adam. Ne iş yaparsın, nerede yaşamaktasın ?” diye sordu.
“Bu sokakta bir temizlikçi olarak çalışıyorum, kirli bir lokanta var orada. Onun dışında evim ise hemen şurada. Konuşmamızdan önce söylediğim gibi değersiz bir yaşamım var bayım, değersiz bir yaşam.” dedim.
“Senin için değerli bir yaşam nedir ki evlat ?” diye sordu gülerken.
“Hayatımda hiç böyle bir soruyla karşılaşmamıştım. Sanırım benim için değerli bir hayat şunlardan oluşuyor: samimi bir ortam, sohbet, muhabbet edebileceğin cana yakın insanlar, samimiyetsizlikten uzak ve maske takılmamış yüzler. Bunlara sahip olmak için veremeyeceğim şey yoktur” dedim.
“Demek öyle ha. Tamam genç adam, gel seninle bir anlaşma yapalım. Sen benim evime gel, birlikte yaşayalım. Sen benim yemeğimi hazırla, güvercinime bak, etrafı topla ve beni yıka. Bense sana samimi bir ortam ve maskesiz bir yüz vereyim. Eskiden evladım bakardı bana fakat benden sıkıldı. Bu işi de zaten sadece para için yapıyordu. Fakat sen genç adam, sen harika bir insansın, o yüzden seni yanımda istiyorum. Ne dersin, teklifi mi kabul eder misin ?” diye sordu.
Bay Roger’ın teklifi karşısında kala- kalmıştım ve istediğim şey ayağıma kadar gelmişti neredeyse. Geri çevirmeli miydim ? Asla ! Bay Roger’a teklifini kabul ettiğimi söyledim ve o gece onun evine gittik. Evinin yolunu bile güvercini sayesinde buluyormuş, ne efsunlu bir hayvan değil mi ?
Evi pek uzak değildi, burada yaşıyormuş, aynı sokakta. Evine vardığımda küçük bir evle karşılaştım fakat ev öylesine canlı ve kusursuz bir şekilde dizayn edilmişti ki. Her yer antika eşyalarla doluydu ve Bay Roger’ın geçmiş yıllarında bir gazeteci olduğunu öğrendim. Bir sürü ödüle sahip bir adamdı. Bir gün geçirdiği kaza yüzünden hayatı artık siyah görmeye mahkumdu fakat şikayetçi değildi. Hayatını değiştiren güvercin, onun en yakın dostu olmuştu ve benim de her daim ne kadar teşekkür etsem az kalacağı bir hayvan. Dediklerimizi anlasa bile dili olmadığı için konuşamıyordu fakat bana tebessüm ettiğimden emindim.
O günden sonra Bay Roger’la yaşamaya başladım. Çalıştığım yerden ayrılarak onun bir dostu ve bakıcısı olmuştum. Yeni hayatım beni bekliyordu. Bu yüzden Allah’a mı teşekkür etmeliydim, yoksa tesadüfen önümde duran güvercine mi ? Tesadüf müydü, değil miydi, asla bilemeyecektim. Fakat hem Allah’a hem güvercine hem de Bay Roger’a sonsuz teşekkürlerimi borçluydum.
MELİH DİŞBUDAK