Hikaye

İki Dakikalık Ömür

Visits: 1

Altı saatlik lanet bir yolculuktan sonra memleketime gelmiştim. Yolculuk boyunca vücudumun neredeyse yarısı koltuğun dışında kalacak şekilde, diğer yarısı da öndeki yolcunun koltuğunu, yeni şekillenen göbeğime değdirecek kadar yatırmasına katlanarak geçirdim. Horlama seslerine bakılırsa otobüsteki yolcuların tümü hayatından memnundu. Yanımdaki yüz otuz kiloluk dev adamın kesik kesik horlaması bazen korkutuyor ama çoğu zaman sinirlerimi bozuyordu. Rüyasında gördüğü lahmacunları, baklavaları, kebapları yakalamak için arada bir sağ omzuma taarruzda bulunması dayanılacak gibi değildi. Bir iki kez de ben çaktırmadan dürttüm ama dolgun yağ tabakası yüzünden dürtülerim sinir sistemine ulaşmıyordu. Onun dışında şoförün ani frenleri, muavinin gözlerindeki çapağı sildiği ve temizlemediği eliyle dokunduğu bardakla çay, kahve ikram etmesi, yazdığım tenkit yazılarına yeni konular veriyordu.

3 yıldır yerel bir gazetenin küçük bir köşesine sosyal ve toplumsal tenkit yazıları yazıyordum. Siyasi tenkitlere kesinlikle izin verilmiyordu. Her seferinde bunun sansür olduğunu söylesem de bir gün ulusal bir gazetede fikirlerimi daha rahat belirtebilmek umuduyla yazmaya devam ettim.

Bu haftaki yazının taslağını hazırlamıştım. Evde son dokunuşları yaptıktan sonra gazeteye gönderecektim. Nihayet eve geldiğimde gece yarısı olmak üzereydi. Sağ olsun komşum, benim yokluğumda kedim Vera’ ya gözü gibi bakmış. Biraz onunla ilgilendim, tüylerini taradım; suyunu, mamasını verdikten sonra bilgisayarı açtım. Yazımın son dokunuşlarını yapıp yatmam gerekiyordu. Sabah 07.00’de uyanıp işe gidecektim. Yazıyı gönderdiğimde saat ikiyi çeyrek geçiyordu. Duş almak istedim ama vücudumun tüm organları resmen koalisyon yapmış, banyoya girmeme izin vermiyordu. Başta sırtım, bacaklarım ve gözlerim olmak üzere tüm organlarım, beynime kat’i emirler yağdırıp duruyordu. Ben de onlarla tartışmanın yersiz olduğuna karar vererek tek kişilik bazama uzandım hemen uykuya daldım.

Bana göre beş dakika bile olmamıştı ama Türkiye ve Dünya saatine göre iki saat geçmişti ki kulağımı ve beynimi takır takır yağmalayan bir sesle bölündü uykum. Önce Vera’nın kapıyı tekmelediğini düşündüm. Sonuçta üç gündür yoktum. Muhtemelen oyun istiyor hanımefendi dedim ve şşştttt diye seslendim. Seslerin daha da artması ile hafif doğruldum ve gözümü açtım. Aman Allah’ım o da nesi ? İki yüz kilo olduğunu tahmin ettiğim gardırop ayaklanmış üstüme doğru geliyor. Bir taraftan bana doğru gelirken diğer taraftan yıllarca kendisini esir tutmuş duvarı yumrukluyordu. Sadece gardırop değil benim baza da olduğu yerden sıkılmış olacak ki o da yürümeye başladı. Sanki orta yerde buluşmak için sözleşen iki sevgili gibi nasıl da zıplaya zıplaya gidiyorlardı. Bir anda yataktan fırladım ve avazım çıktığı kadar ‘depreemm’ diye bağırdım.

Kime seslenmiştim ki o anda ? Evde yalnızdım. Vera muhtemelen benden önce fark edip kendine güvenli bir yer bulup oraya saklanmış, komşularınsa o sarsıntıya uyanmaması mümkün değildi. Salona koşmak istedim ama bina öyle sallanıyor ki kaç adım atarsam atayım kendimi başladığım yerde buluyordum. En son emekleyerek salona geldim ve üçlü kanepenin hemen yanında cenin vaziyeti aldım. İki ayrı duvarda bulunan kitaplıklarım, renklerine, büyüklüklerine ve yazarlarına göre çiçek gibi sıraladığım kitaplarımı, çiçekleri beğenmeyen, trip atan bir kadın edasıyla yüzüme yüzüme fırlatıyordu. Bir an kafamı kaldırdığımda Düzce depremini yaşayıp anlatanların tam da tarif ettiği o meşhur mavi ışığı gördüm. Bir tarafta alttan vuran depremin etkisi, diğer tarafta korkudan tir tir titreyen diz kapaklarım ahenkle buluştu. Dışarıdan gelen çığlıklar korkumu katlıyordu.

Deprem giderek daha da şiddetleniyor, bitmek bilmiyordu. Saniyelerin bu kadar yavaş geçtiğine daha önce hiç tanık olmamıştım. Eşyalarım saniyede 4-5 kez duvarı yumrukluyordu. Binanın altıncı ve en üst katında yaşıyordum. Resmen mahsur kalmıştım, kaçacak hiçbir yerim yoktu. Deprem ya bitecek ya bitecekti. Onun sonucunda ya bina bir şekilde ayakta kalacak, ya da yıkıldığında ben bir şekilde hayatta kalacaktım. Saniyeler geçtikçe üçüncü seçenek beynime yerleşti. Belli ki deprem bitmeyecek ve ben burada ölecektim. Aman Allah’ım öleceğim, hem de feci bir şekilde !

Duvarlar çatlamaya başladı. Depremin ilk saniyelerinde düşen tablolarımın bulunduğu duvar, gözümün önünde çapraz bir yarık şeklinde ayrılmaya başladı. Dışarıya çıkmayı başaranların çığlıkları umudumu daha da yitirmeme neden oldu.

Öyle bir deprem ki dışarı çıksan dahi can güvenliğin yok. “İçeride kalanlara yardım et Allah’ım. Yardım etmelisin Allah’ım herkes içeride.”

Her iki tarafımdaki duvar hızla çatlamaya devam ederken ben son anlarım olduğunu anlayarak şahadet getirmeye başladım. Defalarca, defalarca, bağırarak, haykırarak şahadet getiriyordum. Artık sesimin kısıldığı, gözyaşlarımın dolu dolu aktığı anda yavaşladığını hissettim. Bir anda kafamı kaldırdım. Gözyaşlarımdan dolayı bulanık görüyordum. Yaşları sildim, hafif doğrulduğum anda deprem durdu. İlk başta inanamadım, tekrar başlamasını bekledim. Bir kaç saniye bekledikten sonra hışımla ayağa kalktım, hemen üstümü giyindim. Vera ortalıkta yoktu. Onun korkusunu da hissediyordum. Birkaç kez seslendim. Sonunda kanepenin altından kafasını çıkardığı anda yakaladım ve kucağıma aldım. Merdivenlerden üçer dörder inmeye başladım. Benim gibi evlerinde mahsur kalanlar ağlayarak, krizler geçirerek dışarı çıkmak için can atıyorlardı. Nihayet dışarı çıktığımızda ayrı bir felakete merhaba dedik. Lapa lapa kar ile bardaktan boşalırcasına yağmurun beraber yağdığına ilk kez tanık oluyordum. Saate baktığımda dördü yirmi geçiyordu. Ortalık karanlık, dışarıda kar, yağmur ve soğuk… Kimi ağlıyor, kimi yakınlarını arıyor. Bense şoktayım, bir dal sigara için altıncı kattaki daireme çıkmayı bile düşünüyorum. Yağışlardan saklanmak için bina girişine geldiğimiz o anda ikinci deprem başladı. Vera kucağımda çığlık atıyor, insanlar haykırıyor ve ağlıyordu. Hep birlikte açık bir alana doğru koşmaya başladık. Kiminin ayakkabısı yok, ayakkabısı olanın çorabı yok, her ikisi de olanın montu, pantolonu yok. Bir taraftan depremden kaçarken diğer taraftan içimize işleyen o soğuğa maruz kalıyorduk. Bir süre sonra haberler gelmeye başladı. İller, ilçeler yıkılmış harabeye dönmüş.

Yakınlarına ulaşamayanlar baygınlık geçiriyordu. Kahramanmaraş, Hatay, Malatya, Osmaniye, Adıyaman, Gaziantep, Şanlıurfa, Kilis, Diyarbakır, Adana ve Elazığ da her saniye artan ölüler ve enkaz altında kalan binlerce, on binlerce can haberleri yüreğimize kurşun gibi işliyordu. Ailemden yavaş yavaş haber alıyordum, hepsi iyiydi. İyiyim demek ne kadar yeterliydi bilmiyorduk ama soranlara iyiyiz diyorduk. Cenin pozisyonundayken ölümün, yanı başımda beni izlediği düşüncesi aklımdan gitmiyordu. Sadece bir nefes mesafesindeki ölümün, aslında hep orada olduğunu, kendini şiddetli bir şekilde hatırlatana kadar bizim hatırlamadığımızı, aslında tek gerçeğin o olduğunu öğrendim.

Bir yanda aklımdan bunlar geçerken diğer yanda kucağımda Vera, çorapsız ayaklarımla karın içinde güneşin doğmasını beklerken, bu depremde enkaz altında kalan binlerce canı, öksüz, yetim kalan çocukları, çocuklarını kaybeden aileleri ve bunların olmasına neden olan dayanıksız yapıları ve müteahhitleri siyasete girmeden nasıl tenkit edeceğimi düşündüm.

İSMAİL TAHA ÇELİK

Fehva-ı Cedid