Visits: 2
Siirtli Kemankeş “Tozkoparan Muhammed ”, yoğun ve zevkli bir talim gününün sonunda ocağa
döndüğünde vakit hayli ilerlemişti. Âdeti üzere cemaatle kılınan sabah namazını müteakip İsra
Sûresi’nden bir bölüm okuyarak hücresine çekildi. Vazifesini yerine getirmiş olanların huzurlu
yorgunluğu içinde hiçbir şey düşünmeden doğruca uykuya daldı.
Akça ağaçtan yapılmış ağır ve pek yayı ile üzerine adı işlenmiş oku her zamanki gibi duvarın içindeki
oyukta duruyordu. Fakat uyku ve rehavet onun için tehlikeli bir atâlet hali olduğundan bir muhafız
sabaha kadar başında bekliyor, eğer sağa ya da sola dönerek kolu üzerine yatacak olursa hemen
Tozkoparan İskender’i tekrar sırtüstü yatması için yönlendiriyordu.
Sıcak ve nemli bir İstanbul gecesi… Muhafız, göz kapaklarının kapanmasına mânî olmak için elinden
geleni yapıyor fakat arada sırada içinin geçmesine mânî olamıyordu. Gece nöbetlerinde kendisini
uyanık tutmanın tek yolunun zihnini ayık tutmaktan geçtiğini bildiğinden, her zaman başvurduğu zihin
oyunlarından birine başladı. Etrafındaki nesnelerle ilgili anılarını yoklamak ve onları hayâlî bir
dinleyiciye anlatmaktan ibaret olan bu oyun, onu en az bir-iki saat oyalardı. Sonrası Allah kerim. Zaten
bir kere uykuyu defettikten sonra kolayına bir daha uğramaz, böylece sabahı etmiş olurdu.
Etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Çok fazla eşya yoktu. Basit oyunu, bu defa her zamanki kadar oyalayıcı
olmayabilirdi. Dört duvar içinde nöbet tutmak, açık alanda nöbet tutmaya benzemiyordu. Ne de olsa
açık alan, geniş bir malzeme demekti. O zaman bu zenginlik içinde her nesnenin üzerinden şöyle bir
geçip fazla oyalanmadan diğerine atlayabiliyor, zihnî sıçrayışlarını daha hareketli ve zevkli bir şekilde
yapabiliyordu. Bir ağaç, bir kirpi, bir kapı, bir baca, yükselerek uzaklaşan bir toz bulutu, rüzgâr, gece,
dolunay, mehtap ve sayısız yıldız kümeleri… Bu gece ise oldukça küçük ve sade bir hücrede, ancak
birkaç nesne üzerinde sıçrama yapabilecekti.
Etrafına göz gezdirdiğinde, iri vücuduyla dikkatini en çok çeken, Tozkoparan Muhammed oldu. “Ünü
Yeniçeri içinde almış, yürümüş, Sultanın gözdesi büyük okçu, kemankeş. Azimli büyük insan. Yayı
onun gibi tek eliyle bir hamlede kuran şu dünyaya nadir gelir. Yalnızca iri bir vücut ve kaslı kollardan
ibaret değil elbet. Yayı germek, oku çok uzaklara fırlatıp tam hedefini buldurmak yalnızca bir vücut işi
değil, bir denge ve ahenk işi. Çalışma ve gayretin neticesi. Sabır, konsantrasyon ve soğukkanlılık
meselesi.
Ona gıpta etti. İşi sabaha kadar “beklemek” olan bir adamın bir Tozkoparan’la ne gibi bir yakınlığı
olabilirdi? İşte belki ayda yılda bir, böyle başında beklemekten başka bir şey olamaz. Elinin bir zanaate
yatkın olmasını ne çok isterdi ama değildi işte. Çocukluğundan beri ince işlerden çok, kaba işlerin
adamı olmuştu. Pazusuna güveni sağlamdı; odun mu kesilecek, yük mü taşınacak, onun için işten bile
sayılmazdı. Belki pehlivan olur diye ümitliydi ama güreşte de tutunamadı. O işin de kendine göre bir
inceliği ve kaidesi vardı ki herkesin kârı değildi. Basit işler gerekliydi ona. Ocağa yazdırdılar, orada da emir erinden başka bir şey olmadı.
Bir iş yapmaktan çok yapmamak anlamına gelen, bu “bekleme” işi onun göreviydi. Meşhur okçu
Tozkoparan’ın kolu üstüne yatmaması için bekliyordu. Kendi haline acıdı, içi fazlasıyla burulmuştu.
Sınır boylarında bekleyen erlerden, sabaha kadar ordugâhta nöbet tutan gözcülerden olamamış, ola
ola bir kol bekçisi olmuştu. Kendi kendine “İşte bu tozkoparan ne kadar ‘ok’ gibi doğru bir adamsa sen
de şu yay kadar eğri büğrüsün, adamım. Yay gibi eğrisin işte, anlayacağın.” dedi.
Gözü Tozkoparan’da iken gönlü kendi nefsinin miskinliğinde geziniyordu. Hiç olacağı yokken birden
üzerine bir esneme hali geldi ve uyku hali galip gelince gözleri kapanıverdi.
Seyrinde bir şehre vardı. Bu şehirde her şey bir değişik, bir garipti. En önce gözüne gül fidanları ilişti.
Dikenleri gül kadar büyük, gülleri diken gibi küçücüktü. Hayır olsun, derken gökten toprak
serpiştirmeye başladı, o sırada ayaklarının su içinde olduğunu fark etti. Bir ağacın altına sığınmak
istediğinde ağacın dalları olmadığını, tamamen meyveden ibaret olduğunu gördü. Hatta ağacın
gövdesi bile meyveden oluşuyordu. Meyvelerin sapı yoktu, kaktüslerin dikeni içilerine doğruydu.
Başlar ayak ayaklar baş olmuş, her şeyin içi dışına çevrilmiş, düzler ters, doğrular eğri, başlar son
olmuştu. Her şey bildiğinden başkaydı, eşyanın sınırları kalmamış, biri diğerine geçmiş, kendilerini ve
görevlerini şaşırmış gibiydiler. Oklar eğrilmiş, yaylar doğrulmuştu. Derken bir adamın sırtında bir atla
dört nala koşarak kendisine doğru geldiğini fark etti. Bu Tozkoparan’dı.
“Ne yaptın?” dedi emir erine. “Dua ederken daha dikkatli olmalıydın. Allah’ın her işinde bir hayır
olduğunu, herkesin bu dünyada bir vazifesi olduğunu bilmiyor musun?”
Elinde oku ve yayı vardı. Ok düzgün, yay ise olması gerektiği gibi eğriydi.
“Bak” dedi ve tek eliyle yayı kurup bir hamlede oku çok ileriye fırlattı. “Eğer bu yay olması gerektiği
gibi eğri olmasa bu ok, hedefini bulamaz, aslanım. Sen bu yayın şekline bakıp da eğri olduğunu
sanma, hiçbir şeyin şekline aldanma. Diken dersin küçümsersin, gülün yumuşaklığı onun
sertliğindedir. Ağacın dalını, budağını küçümseme, meyvenin tatlılığı gövdenin sağlamlığındandır.
Titreyen dalı da küçümseme, meyveyi onun titreyişi olgunlaştırır. Yayın eğriliğine de laf etmeyesin.
Bir kere daha yayı kurdu ve çok uzağa fırlattığı okuna bakarak dedi ki: “Okun doğru gidişi yayın
eğriliğindendir, aslanım. Yayın doğruluğu onun eğriliğindedir.”
Lahzada gördüğü bu seyirden emir eri sıçrayak uyandı. Düş müydü, gerçek miydi? Tozkoparan ona
çok güzel bir ders vermişti. Eğri büğrü adamım, diye nefsine acırken nefsine hakîkatte zulmetmişti.
Aslında her şey ve herkes Hakk’ın kendisine çizdiği yolda dosdoğru değil miydi? Şekerin hizmeti tatlı olmak, acının hizmeti yakıp, yandırmaktı.
Uyumamak için etrafındaki nesnelerle kurduğu oyuna döndü. Doğru ok ile eğri yay omuz omuza verdikleri oyuğun içinden kendisine bakıyordu.
MUHAMMED MALİK UTLU